BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ
Ord.Prof.Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi

 

Açılış Konuşması

Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma   Merkezi’nin  Açılış Konuşması

Seçil Karal Akgün

1Aralık 2017

        Onurlu bir görev olarak kurmayı üstlendiğm Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin açılışına hoşgeldiniz. Beni kırmayarak vakit ayırıp yurt dışından, şehir dışından bile  buraya  gelen  değerli dostlara, meslektaşlarıma  sevgili öğrencilere teşekkürler: Ama öncelikli teşekkürlerim,  tarih araştırmacılığını geliştirmek, Türk ve dünya tarihine ışık tutmak üzere tasarlanan bu Merkezin Atatürkçülüğün bir kalesi olan Başkent Üniversitesinde açılmasını sağlayan  Profesör  Mehmet Haberal Hocama,  Rektörümüz Profesör Ali  Haberal ve  Rektör Yardımcımız Prof.  Kadir Varınlıoğlu Hocalarıma,  Prof. Ünsal Yavuz Kardeşime. Üniversitemizin Kütüphane Müdürü Sayın Nermin Gül ve  önderliğinde kitapları taşıyan, kaydedip yerleştiren ekibindeki  herkese, yardımlarını esirgemeyen İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr Özcan Yağcıya; afişlerimizi ve davetiyelerimizi ve broşürümüzü hazırlayan Sayın Semih Delil’e,   izleyeceğiniz görsel sunumu özenle hazırlayan Sayın Coşkun Pınarbaşı, ve Yakut Karatekin’e; ayrıca hazırlığımızın  her aşamasında emeği olan sevgili Zeynep Çağlayan’a,  öğrencilerim Tuğçe Kancı, Dr. Gürer Karagedikli, Ceren Aygül, Burak-Özge  Karamirza, Eyüp Kurt’a;   babaları General Hüseyin Kabasakal  ve Hukukçu Şevket Çizmeci’nin kitaplarıyla Merkezimizi daha zenginleştiren Prof. Yurdanur-Ersin Tulunay ve Prof. Zeynep Çizmeci’ye gönül dolusu teşekkürler.  Ve kuşkusuz  biraz sonra yapacakları konuşmalarla açılışımıza anlam kazandıracak olan özel güzel dostlarıma.

        Teşekkürlerim sade kendi adıma değil, ailem adına. Kardeşim Bilun, kızı Emine Emily, vize engeline takılıp gelemeyen yabancı damat Robert Kenisonla yeğenim Davide  ve elbette bu merkezin  tasarlandığından başlayarak her adımında yanımda olan,  bunun da ötesinde projenin beyni ve kalbi olan sevgili eşim Tolga Akgün adına. 

        Başlarken heyecandan beni kırmayarak dedim, ama sizleri  buraya  toplayanın ülemizin  geçirmekte olduğu sıkıntılı günlerde tarih araştırmacılığına duyulan gereği anlayıp desteklemek isteği olduğunu,  ayrıca, Türkiye Cumhuriyetinin ilk tarihçilerinden olan Babama duyulan sevgi ve saygı olduğunu da biliyorum.  Daha önemlisi,  yaşamını adadığı Atatürkçülük olduğunu  biliyorum.

     Babam Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi müze yapmakla  görevlendirildiğinde tarih öğretmeni annem Fatma Karalla evin son düzenlemelerini yaparken  girişe konulacak Atatürk büstünü kucağında arabadan indiren Selanik’li işçi,  bir babama, bir kucağında taşıdığı büste bakmış, aralarındaki benzerliği farkedip “Baban mı?” demiş.  Babam da hiç duraksamadan “Evet, babam!” demiş.  Bunu en içinden duyarak söylediğine hiç kuşkum yok.  Babam Atatürkle hiç karşılaşmış, onu görmemiş bile. Ama, tarihe sarılıp onun düşünsel dünyasına girmiş,  düşüncelerini çok iyi anlamış.  Babasız yetiştiğinden Atatürk’ü babası yapmış. Yaşamını da onun gösterdiği yolda bilime adamıştı. Ailemin dileği  bu merkezde Babamın  öğrenciyken boğazından arttırarak almaya başladığı kitaplarının, çok çeşitli görevlerinden belgelerinin ışığında bilime katkılı çalışmalar yapılmasıdır.

 

        Bu  Merkez,   kütüphane,  arşiv, harita, fotoğraflardan oluşmakta. Arşivin özgün belgeleri babamın Edirne lisesini bitirdikten sonra devletin açtığı burs sınavını kazanarak Lyon’a gitmek üzereyken başlayıp  ömür boyu  tuttuğu notlardır. Ayrıca, çeşitli görevlerinden  resmi yazışmalar ve raporlar da arşivin belgelerindendir.   Dikkatli gözler bu defterlerde yakın tarihimize ışık tutacak  çok şey bulacaktır. Örneğin, 1926’da Fransa’ya gitmeden önce Maarif Vekili  Mustafa Necati’nin bu öğrencilere tek tek yazdığı yürkelendirici mektuplar, devletin gençlerden beklentisini anlatıyor. Babamın Bakana teşekkür mektubunun daha harf devriminden önce Latin  harfleriyle yazmasıysa gepgenç bir öğrencinin Arap alfabesi yerine  herhalde yabancı dil derslernde öğrendiği  bu harfleri Türkçeye uygun bulduğunu ve harf devriminin ne kadar isabetli olduğunu anlatmakta.

 

        Merkezde yapılacak etkinlikleri, çalışmalarla ilgili bilgiyi babamın bulunduğu görevleri ve  yayınlarının listelerini  web sayfamızdan  okuyabilirsiniz. Bunun için ben bunları sıralamaktansa  babamın yaşamından biraz söz ederek onu daha iyi tanımanızı sağlamak istiyorum. Çocukluğunun acıklı öyküsünü sık tekrarlamamın tek amacıysa, gençlere bilimden şaşmayarak çalışmakla ne koşullarda nerden nereye gelinebileceğini gösteren bir esin kaynağı olması içindir.

 

       Bunu yapmam gerektiğini de düşünüyorum çünkü o benim babamdı ama aynı zamanda arkadaşım, dostum, hocamdı. Meslektaşım, ülküdaşımdı.  O bana bir dost olarak iyiyi, kötüyü, sorumluluğu, saygıyı; bir arkadaş olarak sevgiyi, seçmeyi, ezilmeden hoşgörülü olmayı, bağışlamayı öğretti. Hocam olarak bilimselliği öğretti, tarih’i, araştırmacılığı sevdirdi. Öğrencilerimi özgür düşünceli, ülkemize ve insanlığa yararlı bireyler olarak yetiştirmeye çalışmayı meslektaşım olan babamdan öğrendim. Atatürk’ü ve onun her türlü tutsaklığa karşı koyarak Türk ulusuna  açtığı aydınlanma yolunu, aynı ülküyü paylaştığım babamdan öğrendim.

 

     6 yaşından sonra Alaçatıdaki yetimhanede  yetişmesi Babama ayakları üstünde durmayı öğretmiş, özgüvenini ve yaşamının çeşitli değerlerini kazandırmış. İlk yaşam dersi de  Kosova’dan göçerken paketleyip  yanına almak istediği çok sevdiği kırmızı kadife kıyafetini yere atan  babaannemin onun yerine koltuğuna bir somun ekmek sıkıştırması olmuş. Böylece gerçekçiliği  öğrenmiş. Kızkardeşinin öldüğünü bile anlayamayacak kadar küçükmüş. Yolda sabahladıkları bir evin sahibi babama iki dilim ekmek veripte o kardeşinin uyduğunu söylediğinde küçük kızın yanına giden kadın “aaa bu ölmüş, hadi sen git çocuğum” deyip babamı göç kafilesine kakalayıvermiş. Böylece, annesi, babası, palayla kesilen dayısının ölümlerine  tanık olduktan sonra kardeşinin de öldüğünü öğrenip yoluna tek başına  devam etmek zorunda kalarak acılara yenilmemeyi öğrenmiş. Yüzlerce göçmen çocukla birlikte devletin kendisine sahip çıkması ona Türkiye Cumhuriyetine güvenmeyi  öğretmiş.

 

       Üzerine şefkatli bir  el, bir ana-baba okşayış değmeden büyümek,  onda yokluğunu çekerek yetiştiği  duyguları geliştirmiş. Başta insan yönünü geliştirmiş ki babam,  sevgi doluydu. Kimseye, doğduğu toprakları alanlara bile düşmanlık  beslemezdi. Ulusu, dini ne olursa olsun, insanları severdi. Doğayı, çiçekleri, köpekleri, kedileri, kuşları severdi. Sevmediği gericilerdi, yobazlıktı. 

 

      Yol gösterecek, onu yönlendirecek kimsesi olmadığından babam okuluna, kitaplarına  sığınmış, kendini geliştirirken de Atatürk’e sarılarak gerçek dostun bilim olduğunu öğrenmiş, özgür düşünebilmenin önemini, böylece de laikliğin değerini kavrayıp bunları tüm yaşamına yansıtmış. Bağımsız yetişerek kazandığı bu değerlerin önemini anladıkça onları gençlere öğretmeye çalışmıştı.   Ama bunları öğretirken  yansız değildi. Taraftı. Atatürkçüydü Laikti.  Bu nitelikleri  babamın yetişkin yaşamının ekseniydi.  Gericilikle  hep savaş halindeydi. Ama bunu incitmeden, sadece akılı, doğruyu göstermeye çalışarak yapardı. Çocukluğumuzda kardeşimin veya benim başımız-dişimiz ağrıdığında bize dualar okuyarak acımızı dindirmeye çalışan anneanneme “Anne be, çocukların başı ağrıdığında dua okuyorsun da niye kendi başın ağrıdığında aspirin içiyorsun?” diye sorardı. Teknolojinin gelişmelerinden zevkle yararlanan bu yaşlı kadına sık sık takılır, örneğin o,  mutfaklara yeni giren düdüklü tencerenin rahatlığından söz ettikçe babam “Anne, bunu icad eden  gavur. Pekiyi o cehenneme mi gidecek?” sorusuyla  bizi düşünmeye yönlendirirdi.    

 

       Babam  gençlik yıllarını henüz tanınmaya başlayan  Türkiye Cumhuriyeti’nin bir temsilcisi olarak yurt dışında  geçirirken hızla çağdaşlaşan ulusuyla övünmeyi, ülkesiyle kıvanç duymayı da öğrenmişti. Bu bilinçli duygusuyla Türkiyeyi kısa zamanda ileri uygarlığa taşıyan Atatürk ilkelerine  her koşulda  bağlı kalıp bunları  ödünsüz  yansıtmaktan hiç geri kalmadı. Türkiyeyi kısa zamanda ileri uygarlığa taşıyan Atatürk ilkelerine  her koşul altında bağlı kalıp bunu her koşul altında ödünsüz  yansıtmaktan geri kalmadı. Bence bunun belkide en  güzel bir örneği Merkezi gezerken görebileceğiniz Papa ile olan fotoğrafında yansımakta:   1955 yılında Roma’da toplanan Uluslararası tarih Kongresi’ne Türk tarihçilerini temsilen katıldığında Kongreye gelen dünya üniversitelerinin temsilcileri Papa tarafından konuk edilmişler. San Pietro meydanındaki ünlü Vatikan Sarayı’nın kabul salonun bir ucunda oturan Papa’nın yanına tören protokolü gereği, her ülkenin temsilcisi gidiyor, önündeki kısa tabureye dizini koyup elini öpüyormuş. Ülkeler alfabetik sıraya göre tanıtıldıklarından babamın düşünecek epeyi vakti olmuş. Kendinden  önce herkes aynı ritüeli tekrarlarken kendi sözleriyle  ter içinde kalan babam, kararını vermiş, kendi kendine “Ben laik, demokrat Türkiye Cumhuriyetinin bilim adamıyım, Papanın elini nasıl öperim?” diye tartışarak  salon boyunca yürümüş.  Tabure faslını da atlayarak Papa’nın elini öpmeyip sıkıvermiş. O an Papa ve arkasındaki kardinallerin yüz ifadelerindeki şaşkınlığın, ve babamın yüzünde doğru olanı yapmış olmanın verdiği rahatlığın yansıdığı fotoğrafı, onun laiklik anlayışından ve  bağımsız Türkiyenin profesörü olmanın kıvancından hiçbir koşulda sapmadığının göstergesi olarak bana kalan en değerli armağanlardandır

Babam yaşamı boyunca Atatürk’ün Türkiye  Cumhuriyetini emanet ettiği genç oldu.  Bu emanete layıkıyla sahip çıkabilmek için cumhuriyetin tarihini yazdı, yurt içinde ve dışında tanıtmaya, öğretmeye  çalıştı. Ülkemizde belgeli, araştırmacı tarihçiliğin de öncülerindendi. Özgün araştırmaları, yapıtlarıTürk tarihini incelemek ve aydınlatmak isteyen Türk- yabancı bilim adamlarına önemli bir rehber oldu. Ama babamın  birçok değişik görevlerindeki değişik ünvanları içinden en çok benimsediği  öğretmenlikti. Kendini öğrenme ve öğretme arasında bir köprü gibi gördüğünden odak noktası hep öğrencilerdi. Sade öğrenmeleri de değil, onların  dinginliğiydi.

  Ankara Üniversitesi Rektörü iken Vehbi Koç babama bir cami yaptırmak istediğini söyleyince babam “Beyefendi, öyle bir cami yapın ki sade Cuma günleri değil, her gün, her saat cemaati olsun. İçinde aydınlık kafalar barınsın ve her gün size duacı olsun ” diyerek bir öğrenci yurdu yapmasını önermiş.  Türk devriminden verilen ödünlerin çoğalmaya başladığı o sıralar, bir çok kimse  Ankara’ya görkemli bir cami yapılmasını yeğlerken  Vehbi Koç, bu öneriyi derhal benimsemiş ve böylece Türkiye’nin ilk özel öğrenci yurdu olan Ankara’daki Koç Yurdu yapılmış. Temelini birlikte atmışlar. Babam, bu anıyı gözleri yaşararak anlatırdı. Ona göre, öğrenciler ülkenin geleceği olduğundan, onlar  için yapılan her şey kutsaldı. Nitekim, Köy Enstitüleri için uğraşıları, Hasan Oğlan Köy Enstitüsüne dersleri canlılığını hiç yitirmeyen anılarındandı. İşte bir de çok hazin bir sonu olan bu güzelim kurumlardan söz ederken gözlerinde yaş görürdüm onun.

 

Sanırım öğrencileri, babamı en çok düşün yaşamlarına  yaptığı katkıyla anarlar. Babam derslerle, söyleşilerle onların  bilime meraklarını uyandırır, araştırmacılığı sevdirir, bağımsız düşünmeye yönlendirir, bunları  özel sohbetlerine bile yerleştirir,  hiç sıkmadan öğretirdi. Öğretmedeki ustalığının gizi, öğrenmeyi sevmesiydi. 54 yaşından sonra üniversitede ders verebilecek düzeyde İngilizce öğrendi.  Onun için öğrenmenin yaşı yoktu; hatta yaşı ilerleyen insan, kendisini daha iyi tanıdığından, daha kolay öğrenebilirdi. Bu tutkuyla babamın ikinci  evi okul, ikinci ailesi bilim dünyasıydı.  Sürekli öğrenmek ve öğretmek peşindeydi. Son gününde bile 76 yaşında gepgenç bakışlarıyla “Ne çok öğreneceğimiz şey var!” demişti. Kendini öğrenme ve öğretme arasında bir köprü gibi gördüğünden odak noktası hep öğrencilerdi.  Odası ve evi onlara hep açıktı. Annem gibi, ben de babamın öğrencisiydim. Mezuniyet sınavlarımız yazılı sonra da sözlü sınavdı. Sözlü sınav günü babamla evden çıktığımızda heyecandan tek kelime söyliyemiyordum. Sokakta rastladığımız bir komşuya “30 yıl önce annesini sınava götürdüm, şimdi de kızını götürüyorum” dediğinde onun da heyecanlı olduğunu anlayarak rahatlamıştım. Sınavdaysa alnındaki terleri silerek bana soru sormasını asistanımızdan isteyerek sınıftan dışarı çıkmıştı.  

 

Babam her şeyi akılcılıkla çözmek ister, eşitliğin çocuklukta başlayan insanlık ülküsü olduğunu düşünür, çevresine de bunu öğütlerdi.   Ona göre bütün insanlar eşitti.  Her ortamda uyguladığı bu görüşünü ailesine,  çevresine, en çok da yarının büyüğü olan çocuklara  yaymayı zevkli bir görev edinmişti,  Bütün çocukların en büyük saygıya ve ilgiye hakları ve ihtiyacı olduğunu düşündüğünden  kendi çocukluğunda görmediği ilgiyle onlara sarılırdı.   Bize evde açtığı  “Baba Okulu” bilinmeyen bir yönüdür. Bu okulda neler öğrenmedik ki?  Oyunlarımız coğrafyaydı, mitolojiydi, resimdi, müzikti. Orda masallarla yurt sevgisini, bilmecelerle özgün düşünmeyi, şarkılarla doğayı ve güzelliklerini, sevgiyi  öğrendik. Daha okumayı öğrenmediğimiz günlerde bize dünya klasiklerinden parçalar okurdu. Tartışırdık. Biz “Baba Okulu”ndan mezun olduktan sonra bu okul kapanmadı. Babam inanılmaz bir ciddiyetle bu okulu komşu çocukları için ölene kadar açık tuttu. Dönem sonunda hepsine eliyle hazırladığı mezuniyet belgeleri verir, bir de onları koyu bir taraftarı olduğu Beşiktaş’a kaydederdi. Şimdi  Stanford ve Utah üniversitelerinde, Yıldız Teknik’te, İstanbul Üniversitesinde akademisyen olan babaokulu mezunlarının, mesajlarıyla bugün yanımda olmaları doğrusu beni çok mutlu etti.

Babamı   düşünürken en üzüldüğüm nokta, ömrünü adadığı Atatürkün en güçlü yapıtlarından   olan ve bağımsız bilim kurumu olması  için mal varlığını bıraktığı Tarih Kurumunun  başkanlığını yaparken,  bu kurumun O’nun vasiyeti göz ardı edilerek, bambaşka şekle döndürülmesiyle yaşadığı acıdır.  Nitekim, 12 Eylül yönetimi bu kurumları Başbakanlığa bağlamayı kararlaştırınca bilimi kendi  eliyle siyasallaşmaya  teslim etmemek için Kurumun başkanlığından ayrılmaya karar verdi.  Bize “Yarın gidip odamı boşaltayım” dediği Pazar günü gecesi, harplere, darplere, yoksulluğa yoksunluğa dayanan yüreği, Atatürkün özgün-özgür bilim anlayışının karartılmasına dayanamadı. Kalp krizi geçirerek öldü.

Yine onu düşünürken sevindiğimse, insanlığın en yüce değerlerini içeren Atatürkçülüğün son yıllarda uğradığı bütün saldırılara karşın, babam ve  onun gibi eserleriyle hiç ölmeyecek Atatürkçü aydınların yetiştirdiği kuşaklar  tarafından  hep yaşatılacağını bilmektir. Sayın Mehmet Haberal Hocamın Başkent Üniversitesi’nin çatısı  altında bana ve aileme bu ülküde bir tutam tuzumuz olmasına olanak sağlamış olmasıdır. Sayın Hocama ve beni sabırla dinleyen herkese teşekkürlerimi sunarım.  Saygılarımla